3 Mayıs 2015 Pazar

AY'IN UZAKLIĞI


                         AY'IN UZAKLIĞI

"..Bazı dolunay gecelerinde ay alçalıp, deniz de yükselince, ayın denizde ıslanmasına kılpayı kalırdı, haydi bir kaç metre diyelim.Oraya tırmanmayı hiç denedik mi? Hem de nasıl...Sandalla tam altına gitmek yeterliydi, sonra bir merdiven dayadın mı, kendini Ay'da bulurdun...O gecelerde deniz son derece sakin, civa gibi gümüşi olurdu. İçindeki mor renkli balıklar, Ay'ın çekimine karşı koyamaz, su yüzüne çıkardı, ahtapotlar ve safran denizanaları da öyle. Her zaman minimini hayvancıkların uçuştuğu görülürdü, söz gelimi minik yengeçler, kalamarlar, hafif ve saydam yosunlar, mercan bitkileri, bütün bunlar denizden kopar, Ay'a kaçıverirlerdi. Ya oraya takılıp sarkarlardı aşağıya, ya da öylece havada fosforlu ışığın altında uçuşurlardı, biz de muz ağacı yapraklarını sallayarak kovalardık onları. İşimiz şöleydi, Sandala tahta bir merdiven yüklerdik: biri onu aşağıdan tutar, biri tepesine tırmanırdı, biri de tam Ay'ın yanına yaklaşmak için yavaş yavaş kürek çekerdi. Merdivenin en tepesindeki kişi, sandal Ay'a yaklaşınca korkuyla bağırırdı: "Dur! Dur! Başımı vracağım.!".İnsan yanı başında sivri çıkıntıları, kesici dilimleriyle, görkemli bir cismi görünce öyle sanırdı. Belki şimdi değişiktir, ama, o zaman Ay, ya da daha doğrusu altı göbeği, yani Dünya'ya değecek gibi olan kısmı, sanki balık pulu gibi bir şeyle kaplıydı. Gittikçe balık karnına benzemeye başlamıştı, öyle de kokardı, anımsadığıma göre tam balık kokusu değilse de, daha hafif, hani tütsülenmiş somon gibi bir kokusu vardı..

..Önemli olan ellerini nasıl değdireceğini bilmekti. Sağlama benzeyen bir pulkayı seçip, yakalayıp, öbür elinle de tutununca, merdivenin de sandalın da altından kaydığını hissederdin. Ay'ın devinimi, sizi yerçekiminden koparıverirdi. Evet, Ay'ın insanı koparıp çekiveren bir gücü vardı, birinden ötekine geçerken bunu duyumsardınız. Kendinizi hemen yukarı çekmeniz gerekiyordu, bir tür takla atar gibi, kayalara yapışıp, bacakları yukarı alıveriyor ve sonunda Ay'a asılıymışsın gibi görünüyordun, ama insan kendini tıpkı Dünya'da olduğu gibi ayakta duruyor hissediyordu..

 ..Tuhaf olan tek şey, gözlerini yukarı çevirdiğinde, ışıl ışıl mavi denizin dalgalandığını görmek ve ters duran sandaldaki arkadaşlarının asma salkımından sarkan üzümler gibi tepe taklak durmalarıydı..

..Bu tırmanışlarda özellikle becerikli biri varsa, o da sağır kuzenimdi.Kaba saba elleri, Ay'ın yüzüne değer değmez, birden yumuşak ve güvenli ellere dönüşürdü. Hemen tutunacak en sağlam yeri yakalayıverirdi, sanki avuçlarının gücüyle uydumuzun kabuğunu kendine çekerdi. Bir kez gerçekten de, Ay'a ellerini değdirdi ve sanki ayküre bize biraz daha yaklaştı. Daha zor bir işlem olan Dünya'ya inmede de, onun üstüne yoktu. Bizler için bu, elleri havaya kaldırarak, olabildiğince yükseğe sıçramayı grektiren bir işti. Dünya'dan bakıldığında, denize, derinlere dalan birinin yaptığı  ir hareket olarak görülnürdü, aslında Dünya'dan Ay'a atlamak için yapılan zıplamanın tıpkısıydı, ama bu durumda merdiven yoktu. Ay'da merdiveni dayayacak yer yoktu ki. Ama benim sağır kuzen, kollar ileride atlayacağına, takla atacak gibi ay yüzeyine eğilir, ellerinin üstünde zıplamaya başlardı. Biz sandaldan seyrederken, onu dev Ay topunu  iter gibi, onu vurarak zıplatır gibi görürdük. Bu zıplamanın sonucunda bacakları yere değer değmez, ou ayak bileklerinden yakalar, sandala çekiverirdik..

..Şimdi bana, "Ay'da ne işiniz vardı?" diyeceksiniz. Anlatayım: Büyücek bir kaşık ve tahta bir kapla, süt bulmaya gidiyorduk oraya. Ay sütü pek yoğun olurdu. Yeryüzünün ormanlarından, lagünlerinden, kırlarında, denizlerinden uçan ve Ay'ın çekimine kapılan pek çok dünyasal maddenin, pulkayalar arasındaki çukurlarda mayalanmasından oluşuyordu bu süt...Saf olmuyordu tabii, çeri çöpü pek boldu, bu nedenle yoğun süt olan karışımı topladıktan sonra, şöyle bir süzgeçten geçirmek gerekiyordu; ama işin asıl güç yanı o değildi; onu dünyaya aktarmaktı asıl sorun. Bunu da şöyle yapıyorduk: Bir kaşığı iki elle tutuyor, bu karışımı içine koyup mancınık gibi fırlatıyorduk yeryüzüne. Karışımımız uçuyordu ve eğer yeterince güçlü bir atış olmuşsa, gidip tavana, yani deniz yüzeyine yapışıyordu. Oraya düşünce de yüzmeye başlıyor, benim, sağır kuzen, müthiş bir beceriyle, hem gözü, hem bileği keskin biri olarak, sandaldan uzattığımız bir kepçeyle onu yakalayıveriyordu...

..Sağır kuzenim için, Ay kayalarından süt sağmak, sanki bir oyundu. Sırayla gitmezdi, bir oraya, bir buraya sokardı elini, ıssız köşelerde, sanki Ay'la şakalaşır gibi, onu gıdıklar gibi bir hali olurdu. Bazı noktalar vadı ki, onlara yalnızca dokunmuş olmak için dokunurdu. Ay'ın yüzeyi hep böyle pullarla kaplı değildi, çıplak, kaygan, soluk bir kille örtülü yerler de vardı. Bu yumuşak alanları görünce, sağır kuzen, taklalar atmaya, kuşlar gibi uçmaya heveslenir, bu Ay hamurunda bütün kişiliğiyle yoğrulmak isterdi. Böyle böyle uzaklaşır ve bir an gözden yiterdi. Ay üzerinde asla keşfetmeye cesaret edemediğiniz ya da gitmeye bir neden olmayan yerler de vardı; bana kalırsa; bütün o taklalar, sıçramalar, o uzaklaşma niyetinin bir ön hazırlığı, hatta sizi kandırmadan başka bir şey değildi. O görünmeyen yerleri keşfetmek ve bütünleşmek için böyle numaralar çevirdiğinden eminim. Öyle gecelerde, değişik bir havaya girerdik, neşeliydik, ama sanki başımızın üstünde beynimiz yokmuş da, Ay'ın çekimine kapılmış gibi olurduk. O zaman da şarkılar söyleyerek, çalgılar çalarak, açılırdık denize. Kaptanın karısı arp çalardı, ve arpın sesi öylesine tatlı, öylesine yüksekti ki, buna karşı konulamazdı ve biz de bağrışmaya başlardık, hem museiğe eşlik etmek, hem de gürültüden kulaklarımızı sakınmak için...

Uzun bir ay başladı. Ay, Dünya'nın çevresinde yavaş yavaş dönüyordu. Asılı olan o kürede tanıdık o kıyıyı değil, ama derin okyanusları, parlak kumlarla örtülü çölleri, buzdan ana karaları, sürüngenlerin kaynaştığı ormanları, coşkun ırmakların yardığı dağ zincirlerinin kayalık duvarlarını, tüf kaplı mezarları, kil ve çamur imparatorluklarını görüyorduk. Uzaklık, hemen hemen her şeyi ayn ırenge boyamıştı, yabancı görüntüler, uzaklıkla daha da yabancılaşıyordu, fil ve çekirge sürüleri, geniş ovalarda birbirlerinden ayırt edilmeden geçip gidiyordu. Mutlu olmalıydım, gecesiyle, gündüzüyle bir ay önümüzde uzanıyordu; uydunun kayalıkları, bizi o tanıdık, ekşi sütüyle besleyecekti, gözlerimiz doğmuş olduğumuz o dünyaya çevrili, hiç bir dünyalının görmediği şekilleri seyirde, ya da olgun meyveler büyüklüğündeki yıldızların karşısında, her şey ışıltılı umutların ötesindeydi, ve biz her şeye karşın, her şeye karşın, her şeye karşın, sıladaydık. Benim hissettiklerim bunlardı. Ya o? Gözlerini asla eski gezegenemizden ayırmıyor, geniş düzlüklerde solgun yüzüyle ağıtlar yakarak ve Ay yüzeyinde besteleyiverdiğini sandığım parçalar çalıyordu arpıyla. Rakibimi yendiğimin bir göstergesi miydi bu? Hayır, aksine yitirmiştim, ve bu umutsuz bir yenilgiydi. Çünkü o tek aşkımın, Ay olduğunu iyice anlamıştı ve artık onun tek isteği, Ay olabilmek, o insanüstü aşkın öznesiyle özdeşleşebilmekti...Sağır, belki yalnızca sağır; Kozasının içinde her şeyi sezinleyen o, belki de, önceden duyumsamıştı o gece Ay'la vedalaşmak zorunda olduğunu. Bu yüzde, kendi gizli köşesine saklandı ve sandala dönmek üzere görünmedi. Geniş pulkayalıklardan geçtiğini bir kaç kez gördük, bir an dönüp baktı, sanki onu fark edip etmediğimizi anlamak ister gibiydi..

O gece olağandışıydı gerçekten de. Denizin yüzeyi, her dolunayda olduğu gibi düz değildi, deniz sanki göklere değmek ster gibiydi, ama bir bakıyordunuz dinginleşiveriyordu, sanki Ay'ın çekiminden kurtulmuş gibi. Arkadaşlar da bir şeyler olduğunun farkındaydılar, gözlerini korkuyla bize dikmişlerdi. Onların da bizim de ağzımızdan aynı anda şu çığlık koptu. "Ay uzaklaşıyor."..

Ay, Dünya çevresindeki dönüşünü tamamladı ve Kayalıklar gene tam tepemizde göründü. Arkadaşlar gene denize açılmışlardı, ama onların Ay'a yetişmeleri olanaksızdı, ya arkadaşları, ya da değnekleri suya düştü, bazı sandallar da devrildi. İşte tam o sırada, bir başka sandaldan, upuzun bir sopa yükselmeye başlamıştı. Bambudan yapılmış olmalıydı, daha doğrusu pek çok bambu kamışın birbirine eklemlenmesiyle oluşmuştu; onu yavaş yavaş kaldırmak gerekiyordu, çünkü çok ince olduğundan her an bükülebilirdi, büyük bir güç uygulanarak havaya kaldırıldığında bu düşey ağırlık sandalı devirebilirdi. İşte o çubuğun Ay'a değeceği belliydi. Bir an bize değer gibi oldu, bir öfke ya da takıntı değil, eskilerden bir şaka gibi, ama sıyırıp geçti, sonra bir başka sallantıyla yine yakınımıza çarptı ve gene gitti, bir saat rakkası gibi. O anda tanıdım "onu", kuzenimdi, başkası olamazdı , Ay'la oynaşan oydu, onun şakalarından biriydi yine; sanki kendi Ay'ını o kamışın içinde taşıyor gibiydi. Şu yaptığının hiç bir yararı ve amacı olmadığını sonradan anladık, hiç bir şey becermek amacı yoktu, "bazı noktalar vardı ki, onlara sadece dokunmuş olmak için dokunurdu". "Sağır belki yalnızca sağır", tanımıştım onu artık, bu yaptığının hiç bir şey becermek amacı yoktu ve hatta Ay'ı ittiği bile söylenebilirdi, onu yörüngenin en uzak köşesine bile yollamak istiyor olabilirdi. Bu da ona yaraşırdı doğrusu. Ay'ın doğasına, yazgısına, gidişine ters düşen istekler duyması olanaksızdı, eskiden Ay'ın yakınlığıyla coşarken, şimdi de onun uzaklaşmasından haz duyuyordu.. Artık daha fazla çaba göstermeye gerek kalmayan bir noktayı duymuştu..

Ve onu gördüm.

CALVINO